(http://img235.imageshack.us/img235/7951/bilalihabesiuy6.jpg)
Bilal-i Habeşî, insanların boyunlarına tasmalar takılıp çarşı-pazarda köle niyetine satıldığı talihsiz bir dönemde Mekke'de dünyaya gelmişti. Aslen Habeşli idi. Anne babası da köle olan Bilal'in, ne yaşadığı gününde bir hakkı, ne de geleceği ile ilgili plânları vardı. Olamazdı da..! Zira, onun hayatı, efendisinin lütfundan ibaretti..! Güttüğü hayvanlarıyla eş tutulduğu anlar, adam yerine konulup lütufta bulunulduğu en kıymetli zamanlarıydı O'nun..!
Bulunduğu evde Rasûlullah'a karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir kin, her defasında açığa çıkan bir nefret vardı. Sürekli komplolar kurulur, davasından vazgeçirmek için akla hayale gelmedik tuzaklardan bahsedilirdi. Hoşuna gitmese de Bilal'in, akışı değiştirmeye ne gücü, ne de yetkisi vardı. Kendisi için çizilen çizginin dışına çıkamaz, genelde efendisinin deve ve koyunlarını otlatır, kendi halinde, çileli bir hayat yaşardı. İslâm gelip elinden tutmasaydı, öyle de devam edecek ve bir köle olarak noktaladığı hayatı unutulup gidecekti.
Kim ne derse desin Bilal, gerçek sahibini, gönlünün sultanını bulmuştu ve bir daha da O'ndan hiç ayrılmayacaktı. Zira Bilal, artık Hakka uyanmıştı. Hem de nice hürlerden önce..! Kullara kulluktan kurtulmuş, O'nun elçisine de gönlünü kaptırmıştı. Birinci, ikinci, üçüncü gün derken, Ebû Cehil, durumun farkına varmış ve böylelikle Bilal için daha zor, daha da çetin günler başlamıştı.
Nurun perde altında yayıldığı sırlı bu ilk günlerde, imanını ilân etmek bir cesaret isterdi ve bu cesareti gösteren yedi kişiden biri de Bilal'di. Kâbe'deki putlara söz söyleyip hakaret ettiği görülünce bir gün, hakkında söylentiler yayılmış ve amansız bir takip başlamıştı. Sahibini sıkıştırdılar. Efendisinin bir köle için riske girmeye hiç niyeti yoku. Zaten Bilal de, kölelerinden bir köleydi. Minnetsizdi ve, 'Alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın' deyiverdi. Bilal, Ümeyye İbn Halef'in ellerinde, Ebû Cehil'in insafına(!) kalmıştı.
Aldılar ve Bilal'i sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumları üzerinde yatırıyor, omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da gönlünün gülü Muhammed'i ve dinini inkâr etmesini istiyorlardı.
Bilhassa Ebû Cehil'de, bitip tükenmek bilmeyen bir kin vardı; salyalar dökülen ağzından bu kinini her fırsatta kusuyordu. Bir efendi olarak aklına sığıştıramıyordu; kendi iradesi dışında bir başka güç nasıl kabul edilebilirdi? Hele bir köle.. konumuna bakmadan böyle bir kabule nasıl cür'et edebilirdi? Yüzüstü kızgın kumlara yatırıyor ve güneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Bir taraftan da, 'Muhammed'in Rabbini inkâr et!' diye sürekli telkinde bulunuyor, hakaret üstüne hakaretler yağdırıyordu. Zaten takati tükenen Bilal'in, söz söylemeye mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu: 'Ehad.. Ehad..!'
Bilal, o dünyayı da bilen birisiydi. Bugüne kadar hep onlarla beraberdi. Dediklerini kabullenip tekrar yanlarına gitse ne değişecekti? Hayat boyu işkence altında yaşamaktansa, bu işkenceye katlanıp ebedî huzuru yakalamak vardı işin aslında. Onun için dişini sıkmış ve zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü çoktan göze almıştı. O gün Bilal'e kimse güç yetirip isteklerini kabul ettiremedi. Bulduğu yolda sabit kadem kalmaya kararlıydı ve her türlü işkenceye rağmen bu kararlılığından zerre kadar taviz vermedi.
Güneşin yakıp kavurduğu bedeninde ayrı bir parıltı, kemiklerine yapışmış teninde de farklı bir ışıltı vardı. Kararmış bedeni âdeta nur kesilmişti. Ümeyye ve Ebû Cehillerin, bitip tükenmek bilmeyen kinini sinesinde söndürürken âdeta melekleşiyor ve bir başka keyfiyet kazanıyordu..! Bu ne kindi ki, maksadına nail olabilmek için her şeyi mübah görüyor ve kuralsız bastırıyordu. Boynuna ipler bağlıyor ve onu çocukların eline verip sokaklarda, Mekke dağlarının arasında sürükletiyorlardı. Allah (c.c) Rasulü'nün 'ümmetim' dediği Bilal'i, çoluk çocuğun oyuncağı haline getirmişlerdi. Çölde yalınayak yürüyüp yanmadan Bilal'i anlamaya, çilesini görüp bilmeden mihnetlerin ortaya çıkardığı kadr u kıymetini idrake imkân olabilir mi!?
Onun çektiği çileyi duyup gördükçe, sıkıntıların cenderesinde yanıp kavrulan Allah (c.c) Rasülü de çok üzülüyordu. Onu hürriyetine kavuşturmakla Ebû Bekir, her zamanki ferasetini konuşturuyor, aynı zamanda Efendimiz'i de sıkıntı ve üzüntülerinden bir nebze kurtarmış oluyordu. Zira, başında değirmen taşlarının döndürülüp kavuran güneşin altında inim inim inletildiği bir sırada, Hz. Ebû Bekir onu sahibinden satın almış ve arkasından da hürriyetine kavuşturmuştu. Hz. Ömer'in dediği gibi, Ebû Bekir efendimiz, Bilal efendimizi hürriyetine kavuşturuyordu.
Böylelikle Bilal, hem Ümeyye ve Ebû Cehil'in hiddetinden, hem de Kureyş'in işkencesinden kurtulmuştu. Doğruca Allah (c.c) Rasulü'nün yanına gitti. Teslim oldu O'na ve o günden sonra da hiç ayrılmadı. Her geçen gün Bilal, Efendimiz'e biraz daha yaklaşıyor, muhabbeti bir kat daha artıyordu. Bir zamanlar insan yerine bile konulmayan Bilal için artık sıkıntılı günler geride kalmış, yeni bir hayat başlamıştı. Öyle bir mesafe katetti ki, dünkü siyahî köle bugün, kendisinden çok şey öğreneceğimiz bir muallim, hem de insanlığın muallimi haline gelmişti.
Derken gün geldi Mekke, kapılarını tamamen kapattı imana... Mukaddes bir göç yaşanacaktı Medine'ye ve artık Mekke, arkasından ağıtların yakılacağı, dâussılalarla methiyelerin dizileceği bir beldeydi. Her inanan gönül gibi artık, Bilal de Medine'deydi.
Nihayet namaz farz kılınmış, insanları ona davet için ezan okunması gerekiyordu. Efendiler Efendisi, cennetteki kameti ulaşılmaz kılan böyle bir vazife için Bilal'i seçmişti. Kalktı ve o yanık sesiyle ezan okumaya başladı. Allah (c.c)'ın adını, Rasûlü'nün yâdını Mekke'de bu denli haykıramamıştı. Bir zamanlar Mekke'yi 'Ehad.. Ehad..!" diye inleten ses, şimdi; 'Allah (c.c)ü Ekber.. Allah (c.c)ü Ekber..!' diye Medine'de yankılanıyor, insanları Rasûlullah'la birlikte namaza davet ediyordu.
Derken Bedir geldi çattı. Ne tevafuk ki, oradaki parola da; 'Ehad.. Ehad..!' idi. Kureyş, buraya ölümüne gelmişti. Mekke'de elinden kaçırdığı fırsatı burada kaybetme niyetinde değildi. Ona göre hazırlanmış ve başka bir ihtimali akıllarına bile getirmiyorlardı.
Mekke'nin sokak ve dağlarında Bilal'i inim inim inleten Ümeyye de Bedir'e gelenler arasındaydı. Bulutlar güneşin önünde ebedi kalamazdı ya..! Günler değişmiş, çehreler de başkalaşmıştı. Ümeyye de ettiğini bulacak, ektiğini biçecekti. Hem de adam yerine koymadığı kölesi Bilal'in eliyle..! Bir ara Ümeyye'yi gördü Bilal, haykırdı; 'Küfrün başı Ümeyye! İşte şurada..!' Ümeyye ise, Bilal'i hâlâ küçümsüyor, tepeden bakıyordu. 'Bilal! Kölem! Sen mi?' diyor ve aldırış bile etmiyordu. Bulundukları yerden bir tekbir sesi yükseldi. Artık Ümeyye nefes alamıyordu.
Bilal, mükemmel bir insan olmuştu. Ezanı, namazı, kulluğundaki derinlik ve hassasiyetiyle; Hz. Peygamber'in de dikkatini çekiyor ve zaman zaman, 'Hangi amelin sebebiyle bu noktaya ulaştın?' anlamında kendisiyle ilgili sorular soruyordu.
Bir defasında Efendimiz, cennete girdiğini ve önünde bir ses işittiğini anlatıyordu. Cebrail'e bu sesin ne olduğunu sorunca; 'Önünüzde Bilal yürüyor' cevabını almıştı.
Efendimiz'in, cennetin kendisine müştak olduğu üç kişiden biri olarak anlattığı Bilal, aynı zamanda çok mütevazı idi. Bir kısım insanlar, gelip Bilal'in faziletlerinden bahsettiklerinde çok utanmış ve, 'Ben bir Habeşliyim. Daha dün bir köleydim.' demişti.
İnsanların kendisini Ebû Bekir'e tafdil edip ondan üstün tuttukları kulağına gelmişti. Çok şaşırmış, utancından kıpkırmızı kesilmişti ve hemen müdahale etti: 'Nasıl olur?' dedi. 'Ben, onun hasenatından sadece bir haseneyim.'
Efendimiz, onun izdivacıyla bizzat meşgul olmuştu. Evine ziyarete geldiği bir sırada hanımının Bilal'i bir nebze üzdüğünü hissetmiş, 'Sakın Bilal'i gücendirme!' diyerek onu ikaz etmişti. Zira onu üzenin hasenatı tehlikeye girebilir, iyilikleri kabul görmezdi.
Medine güzeldi... İşkenceler mazide kalmıştı... Rasûsullah'la beraberdi... Artık Bilal de bir insandı.. hem de rehber bir insan.. Ama Bilal'in gözünde hâlâ Mekke tütüyor, yana yakıla Mekke'ye methiyeler diziyordu. Bir yüce mefkûreye koşarken nefes nefese, Rabbinin adını orada da haykırmak en büyük hayaliydi. Aynı zamanda her yer vatan değildi.. olamazdı da..!
Aslına bakılırsa Bilal, aslen Mekkeli değildi. Ama Mekke'de çilesi vardı. Çölün kumlarına karışmış teri vardı.. Mekke'de onun yeri vardı... Taşı toprağı hatıralarıyla doluydu. Ezan okurken oraya yöneliyor, sesini daha bir gür çıkarıyordu. Belki de Medine'de bulduğu rahatlığı Mekke'de de yaşayabilmenin özlemiydi bu. Taşına toprağına nağmeler yakıyor, pınarlarının suyundan içebilme özlemiyle yanıp tutuşuyordu.
Hastalanmıştı bir gün... Ateşler içinde yanıyor ve şiddetli bir acı çekiyordu. Halini sorduklarında, belki de ilk günlerdeki çileli günlerini hatırlamış ve unutmuştu herşeyi... Zira Mekke düşmüştü yâdına; ağrıları bir bir gitmiş, oraya olan özlemini, hem de Mekke'nin otuna, dağ ve taşına olan hasretini seslendiriyordu. 'Bilmem ki!' diyordu. 'Mekke vadisinde etrafımı izhir ve celil otları sarmış olarak bir gece daha geçirebilecek miyim? Mecenne suyuna ulaşacağım bir gün daha gelecek mi? Şâme ve Tafîl dağları bana bir kere daha görünecek mi?'
Karıncanın duasına muttali olup ihtiyacını gideren yüce Kudret, elbette Bilal'in yakarışını da duyuyordu. Olacaktı; bunlar da olacak, Bilal'in, Bilaller'in de hasreti dinecekti. Ama zamanı vardı...
Aradan yıllar geçti. Geçen yıllar ile birlikte sılaya olan hasret, önü alınmaz bir talebe dönüşmüştü. Ziyaret için yola döküldüler. Kureyş çok tahammülsüzdü.. Hudeybiye'de durup yoldan geri dönmek zorunda kaldılar... Bir anlaşma vardı, ama Kureyş şimdiye kadar neye sadık kalmıştı ki!? Bir köye saldırıp kan dökerek anlaşmayı ihlâl ederken, yolun sonuna geldiklerinin farkında değillerdi. Artık vakit tamamdı.
Nihayet, müjdesi verilmiş bir fetihle Mekke'ye girdiklerinde, orada artık ne Lat, ne de Uzza kalmıştı.. ne Ebû Cehil'den eser vardı, ne de Ebû Leheb'in hükmü geçiyordu. Hak gelince batılın mumu sönmüş ve işkenceler de bitmişti..! Mekke, gerçek sahibine kavuşmanın bayramını yaşıyordu.
O güne kadar mazlumların iniltisine şahit olan Mekke, ilk kez Muhammedî sadâ duyacaktı. İşaret buyurmuştu Rasûlullah ve çıkmıştı Bilal Kâbe'nin damına... Mekke'nin dört bir ufkunda artık, 'Allah (c.c)ü Ekber.. Allah (c.c)ü Ekber!' hakikatı yankılanıyordu. Mekke'nin yüzü gülmüş, kasvet kaplı atmosferini büyülü bir huzur bürümüştü. Âdeta hayat durmuştu Mekke'de..! Mü'minlerde sevinç gözyaşları, müşriklerde ise korkulu bakışlar hâkimdi. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyenler, utancından huzura gelemeyenler vardı. Kendi zaviyelerinden bakıyor ve hayatlarından endişe duyuyorlardı. Halbuki Allah (c.c) Rasûlü, insanları insanca yaşatmak için gelmişti. Yine enginliğini konuşturacak, her türlü hakaret ve şiddeti reva gören kin tacirlerine bile, 'Haydi gidin, hürsünüz..!' deyiverecekti.
Rasûlullah'la birlikte bütün savaşlara katıldı Bilal..! Veda Haccı'nda bulundu. Ümmetiyle vedalaşırken Allah (c.c) Rasulü, Bilal'in içine de bir kor düşmüştü. O'nun olmadığı bir mekânı hayal edemiyor, aklına bile getirmek istemiyordu. Ancak O da bir beşerdi ve herkese olan O'na da olacak, bir gün O da, fena ve faniyi bırakıp; ebedi dostluğa, Refik-i A'la'ya ulaşacaktı.
Son ezanını, güneşin gurup ettiği Rasûlullah'ın yüce dostluğa kavuştuğu gün okumuştu. Bu hicrana gönlü dayanacak gibi değildi. Sabah-akşam beraber olduğu Allah (c.c) Rasûlü'yle artık oturup kalkamayacak, ezanı okuyup arkasında namazını kılamayacaktı. Çok üzgündü. Bağrına taş basıp, yüreğindeki ateşi söndürmeyi defalarca denedi, ama buna imkân yoktu. Deli-divane olmuştu. Gecenin sessizliği çökünce Medine'ye, Bilal de susmuş, bir türlü ezan okuyamıyordu. :cry:
Belki de Medine'yi, eski haliyle yâd etmeyi arzuluyor, Rasûlullah olmadan zihnine oradan bir karenin girmesine gönlü razı olmuyordu. Zira o güne kadar okuduğu her ezanın namazını Rasûlullah kıldırmış, attığı her adımda O'nunla hemdem olmuştu. Hatıralarındaki Medine'yi yaşamak, ölünceye kadar bütünlüğüne halel getirmemek için oradan ayrılmak istiyordu.
Aklına koymuştu: O'nun olmadığı yerde Bilal de olmamalıydı. Halife Ebû Bekir'in yanına geldi ve Efendiler Efendisi'nin bir sözünü nakletti ona. Zira Efendimiz, bir gün karşısına almış ve ona:
'Yâ Bilal! Allah (c.c) yolunda cihaddan daha faziletli bir başka amel yoktur.' demişti.
Ebû Bekir, anlamıştı Bilal'in maksadını. Ortalığı sessizlik bürüdü bir müddet ve arkasından endişe dolu bir sesle,
'Ne demek istiyorsun ya Bilal!' dedi. Bilal'in cevabı hazırdı:
'Ölünceye kadar kendimi Allah (c.c) için vakfetmek.'
Aynı hicran, Hz. Ebu Bekir'i de yakmıyor muydu? Gözyaşlarına hâkim olamadı ve narin bir ses tonuyla Bilal'e tekrar döndü; 'Ezanımızı kim okuyacak?' dedi.