GüLe SeVDaLi BiR GeNçLiK

AŞK VE HAYAT => Hayat ve Yaşam Sahası => Hayata Dair Olaylar => Konuyu başlatan: sevdaligul - 20 Mart 2010, 16:59:30

Başlık: 18 Mart
Gönderen: sevdaligul - 20 Mart 2010, 16:59:30
Bugün 18 Mart...
Siyasi, sosyal ve ekonomik etkileri bugün bile hala dünyanın kaderinde büyük rol oynayan, tarihin akışını değiştiren Çanakkale Zaferi’nin 95. Yıldönümü.
Zaman nasıl da su gibi akıp geçiyor değil mi?
5 sene sonra koca bir asır geride kalacak...
100 sene milletlerin tarihi açısından kısa, yaşayan kuşaklar açısından uzun süredir. Gelin görün ki, aradan 95 sene geçmesine rağmen, sanki babasını, dedesini daha dün kaybetmiş gibi, hala yüreğinde hisseder Türk insanı o yılları...
Bugün sizlere, Çanakkale Savaşı devam ederken yaşanan duygulu bir olayı aktarmak istiyorum.
Düşmanın Çanakkale’yi geçmeye çalışıp İstanbul’a gelmek üzere olduğu söylentilerinin ayyuka çıktığı dönemde, kendilerine askerlik yükümlülüğü olmadığı halde ülkenin aydınları da Çanakkale’ye gönüllü gitmenin yolların aradılar.
Üniversiteler boşaldı. Cepheye gönüllü olarak gidecek kadar bile yaşı ve sağlığı elvermeyen hocalar, sınıflarda ders anlatacakları öğrenci bulamıyorlardı. Liselerin son sınıfları, öğretmenleri bölük bölük askerlik şubelerinin önlerinde, sabahın erken saatlerinde sıraya giriyorlar, bir an evvel Çanakkale’ye gitmenin heyecanını yaşıyorlardı. Bilhassa Galatasaray, İstanbul ve Vefa Liseleri boşalmıştı. Fakat tam da bu sırada bir olay yaşandı ki, tarihe not düşmemek eksik kalır.
Vefa Lisesi’nde Fransızca öğretmeni olarak görev yapan Ahmet Rıfkı, otuz yaşlarındaydı. Aynı semtte bulunan evlerinde annesiyle oturuyordu. Galatasaray Lisesi’nden birkaç defa görev teklifi almıştı; ama önemsemedi. Muhitini, daha doğrusu mektebini çok seviyordu. Onu Vefa’dan ayıramadılar.
1915 yılının Mayıs ayıydı. Ahmet Rıfkı çantası elinde mektep kapısından içeri girdi. Koridorlarda bugün bir başkalık ve bir sessizlik vardı. İlk dersi birinci sınıflaraydı. Sınıfa yöneldi, sınıf sanki bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Çocukların yaramazlıklarını, gürültü seslerini duyamıyordu. Kapıyı açtı ve hemen kapattı. Çocuklar yerlerine oturmuş, başlarını önlerine eğmişlerdi. Yanlış görmemişti. Selam verdi, çocuklar bu selama karşılık ayağa kalkıp, cevap vermediler.
Ahmet Rıfkı fena sarsılmıştı. Mutlaka bunun sebebini öğrenmeliydi. Sınıfa döndü: “Rica ediyorum, lütfen biriniz konuşun.” dedi.
Arka sıralarda oturan Ömer ayağa kalktı: “Muallim Bey, mektebimizde ve mahallemizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler. Siz ise hala buradasınız. Biz de gitmek isteriz ama yaşımız tutmuyor” dedi.
Muallim Ahmet Rıfkı, hiç düşünemediği bir sualle karşılaşmıştı. Sınıfa derin bir sessizlik hakimdi. Ahmet Rıfkı cevap verdi: “Sevgili yavrularım, insanlığın her döneminde olduğu gibi, bu devirde de ve daha ziyadesiyle sizlerin eğitim ve öğretime muhtaç olduğunuz bu günlerde, milli ve medeni terbiyeyi veremiyor muyum?”
Bu sözler Muallim Bey’in ağzından düğüm düğüm, boğuk boğuk dökülüyordu. Ön sırada oturmakta olan Avni: “Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse, sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar söyler misiniz?” dedi.
Ahmet Rıfkı ağlıyordu. Mektep idaresine dilekçesini verdi. Vedalaştı. Evine geldi. Annesinin ellerini öpüp, ondan helallik aldı. Mahallenin bakkalı Selahattin Adil Bey’e uğradı: “Anamı iaşesiz bırakma, düşman hançerini Çanakkale bağrına saplamış, onu çıkarmaya gidiyorum. Dönüşte borcumu öderim” dedi.
Ahmet Rıfkı İstanbul’da kısa bir eğitim gördü ve Çanakkale’ye gönderildi. 3. Kolordu Harekat Şubesi emrine verildi. Kasım ayının ortalarına kadar karargahta bulundu. Daha sonra, cephede eksilen subay kadrosunu tamamlamak üzere bölük komutanı olarak Düztepe’de bulunan birliğine katıldı.
Düşman 19 Aralık günü, Arıburnu ve Anafartalar Bölgesini gizlice terk etmişti. Bu sırada döşedikleri mayınlar birliklerimize bir hayli zayiat verdirmişti. İşte bu mayınlardan bir tanesi de Ahmet Rıfkı’ya isabet etti. İngilizlerin hain tuzağına düşen Ahmet Rıfkı, 19 Aralık günü, saat: 08.20’de, şehitlik mertebesine ulaştı. Şimdi O, Sarıbayırlar’ın batı kısmında huzur içinde yatmaktadır.
Ahmet Rıfkı’nın ilk önce mektupları kesildi. Sonra, şehitlik haberi ulaştı İstanbul’a.
Ahmet Rıfkı’nın annesi, evinden çıkarak, bakkala gitmişti. Selahaddin Adil Bey’den, oğlunun borcunu kapatmasını istedi. Çünkü oğlu şehit düşünce, üzerinden çıkan eşyasını ve parasını, bir miktar da ikramiyeyle birlikte kendisine getirmişlerdi. “Oğlumun borçlu yatmasını istemiyorum” dedi. Selahaddin Adil Efendi: “Ayşe Hanım, sen okuma hesap bilmezsin, komşunuz Ömer Faruk Bey’in kerimeleri Gülşah’ı getir de hesabı çıkarıversin” dedi.
Ayşe Hanım biraz sonra, Gülşah ile içeri girdi. Selahattin Adil Efendi, veresiye defterini, Gülşah Hanım’ın önüne koyarak, Ahmet Rıfkı Bey’in bölümünü açtı. Gülşah Hanım deftere dikkatle baktı. Gözleri buğulandı. Defterde sırt sırta yazılı kırmızı renkli Arapça harfleri okuyamaz oldu. Bir müddet gözyaşlarını tutmaya çalıştıysa da, sonunda hıçkırarak ağlamaya başladı. Ayşe Hanım şaşırmıştı. Olay neydi, ne yazıyordu ki Gülşah böylesine ağlıyordu. Gülşah, sonunda yazıyı Ayşe Hanım’a da okudu. Defterin, Ahmet Rıfkı ile ilgili bölümünde, aynen şunlar yazılıydı:
“Bu hesap, Ahmet Rıfkı’nın kanıyla ödenmiştir. Vesselam…”
Son sözümüz şu olsun. Ülkemizde ve dünyanın dört bir yanında bu ülkenin bayrağını dalgalandırmak için çaba sarf edenlerin kendilerine de, geride bıraktıklarına da sahip çıkmak lazım. Bu borç başka türlü ödenmez.
Herkesin bir yanından tutup ayağa kaldırmalı bu milleti ve şanlı bayrağı...